Özdamar: Milliyetçilik faşizme götürür
1960’lı yıllarda kadrolu olarak Almanya’ya geldikten sonra tiyatroya yönelen ve bu alanda iş bulan Emine Sevgi Özdamar, Almanca öykü ve romanlar da yazıyor. Çalışmalarıyla Almanya’da birçok ödül alan Özdamar, sonunda ünlü Alman yazar ve düşünür Georg Büchner’e verilen Almanca konuşulan ülkelerin en prestijli edebiyat ödülünü kazandı. Daha önce bu ödülü alan Max Frisch, Günter Grass, Heinrich Böll, Peter Weiss ve daha birçok ünlü Alman edebiyatçısının arasına girmeyi başaran Özdamar ile Alman hikâyesini, tiyatro hayatını ve İşler.
DW Turkish: Almanya hikayeniz klasik personel göçüyle başlıyor ama sonra farklı gelişiyor. 1960’larda Berlin’de bir buçuk yıl fabrikada çalıştıktan sonra Türkiye’ye döndünüz, hedefiniz tiyatrocu olmaktı. Sizi Almanya’daki tiyatroya yönelten ne oldu?
Emine Sevgi Özdamar: Biz 68. kuşağız. O zamanlar çok hareketliydi, çok hareketliydi. Bu canlı ortamda Brecht’i Berlin’deki bir arkadaşım sayesinde keşfettim. Ama siz Berlin’e gelmeseydiniz ben onu Türkiye’de tanırdım diyelim, çünkü dediğim gibi Türkiye’de de çok güzel bir aktivite vardı. Ama yine de başka bir ülkeye gitmiş olmak elbette çok önemli. Sinemacı Jean Luc Godard’ın kitabında bir cümle okumuştum: “Üretken olmak, yaratıcı olmak için insan yurdundan ayrılmalı ki aynı anda iki yerde olabilsin”. Ben çok beğendim çünkü olayı öyle dramatize ettiler ki, genelde söylenen şey iki mekanın ortasında olmak, iki sandalyenin ortasına oturamamak, iki dilin ortasında seçim yapmak. O kadar düşünmüyorum, aynı anda iki yerdeymişiz gibi hissettirdi ve aynı anda iki yerde olmayı sevdim.
Almanya’ya geldiğinizde Almanca öğrenmeye başladınız. Almanca bilmek hayatınızı nasıl değiştirdi?
Bir dili öğrenmek sadece o dili konuşmak veya anlamak değildir. Birdenbire orijinalinden ya da Kafka’dan Heinrich Böll’ü okuyabilirsiniz. Buna çok sevindim çünkü Kafka okuyacaktım. Örneğin New York’ta bir üniversiteye birkaç ay misafir profesör olarak davet ettiler. Şehrin ilk günleri bir başka görünür, sinemalarda gördüğünüz için çok şey bilirsiniz. Ama sinemada dramaturji var, kurgu var, günlük hayatta yok. Bu yüzden ağırlaştırılmış İngilizce kursuna başladım. Sabah dokuzdan sabah üçe kadar oraya giderdim. Haftalar geçip dersler devam ederken, “Ah, güzel İngilizce yazanları yazılarından tanıyacağım” diyordum, o yüzden aklıma o geldi. En sevdiğim yazarları o dilde okumak.
Almanca birçok öykü ve oyun yazdınız ama Alman okuyucular sizi ilk romanınız olan “Hayat bir Kervansaraydır, iki kapısı vardır, birinden giriyorum, diğerinden çıkıyorum” ile tanıdı. Bu işi farklı kılan kullandığınız dildir. Almancada bilmediğiniz cümleler kullanarak fark yarattınız. Bir de romanın sıradan bir kahramanı vardı…
Evet, ilk romanım bu kadardı. Kahramanım bir kız. Roman anne karnında başlar. Hayata oradan bakmaya başlar. Matt bir çocuk. Amerika’da “Ölmeden Önce Okunması Gereken 1001 Kitap” ortasında bu kitabı seçmişler. Kitabı analiz eden uzman, o kızın anarşist olarak çok kesin bir tanımını yaptı. Bu sözü çok beğendim. Evet bu tarif bana çok iyi geldi. Çocuğun anarşist olması… Çünkü ben herkese biraz anarşi tavsiye ediyorum, yoksa hiç olmayacak kişi ve olaylar karşısında insanlar başlarını eğerler. Ama sorgulamak gerekiyor.
O anarşist çocuk gerçekten içinizde var oldu da romanda mı vücut buldu? Yani o kızı kafana mı yazdın?
Yazarken iki kişisiniz, siz ve yarattığınız kahraman. Ayrıca alternatif bir hafızası, farklı bir zihinsel kodu var. Yazarken size rehberlik eder. Rolde de böyledir, bir rol üzerinde çalışırken önce o rol için endişelenirsiniz. Mesela Ophelia’yı kız olarak falan nasıl oynayabilirim. Ama bir süre sonra siz onu yaratmaya başladıkça o da sizi yaratmaya başlar. Yani karşılıklı etkileşim var ve birbirimizin sınırlarını zorlayabiliyoruz. Haftalarca prova yaparsınız ve aniden o kadar dahiyane bir şey bulursunuz ki, kendinizden beklemezsiniz. Ama tüm bu çalışmaların ve süreçlerin sonucudur. Bu yazarken de olur.
Tiyatro eğitiminizi Türkiye’de tamamladıktan sonra değerli rollerde de oynadınız. Ama Almanya’ya geldiğinizde bu değişti. Size daha “sıradan roller” verildi, mesela temizlikçilerin Türk hanımlarını oynadınız. Bu seni yıldırmadı mı?
Geldiğimde bunun için çok erken olduğunu fark ettim. Yani yabancı personeller buraya gelmiş ve ikinci nesil henüz büyümemiş, burada herkes sosyal oyununu oynayan oyuncular gibi. Orada Türk insanının görevinin personel vb. olduğu görülmektedir. Demek verilen rol bu, zavallı insan rolleri. O kadarını görmediğim için bu nesilde bir şey olmaz diyordum. Türkiye’de oynadığınız rolleri asla burada oynayamazsınız. Henüz kimse alışamadı, böyle bir grup yok. Fransa’da sadece bir tane vardı. Ama yaygın değildi. 3-4 nesil sonra yaygınlaşacağını tahmin ediyordum. Mesela o zamanlar televizyonda Türk, Yunan, İtalyan spiker yoktu, şimdi var. Doğru, zamana ihtiyacı var, bu işler hemen olmuyor. Bunu biliyordum ve sempatik bir şekilde Türk temizlikçi kadın rollerini oynuyordum, adeta parodisini yapıyordum, çok hoşuma gitmişti. Bu arada rollerin ortasında bir ayrım yapmıyorum. Hamlet’e hazırlanmakla temizlikçi kadın rolüne hazırlanmak arasında hiçbir fark yoktur. Biliyor musun, temizlikçi kadını oynamanın aşağılık bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim.
Kendinizi “ne Türk ne de Alman, evrensel bir sanat insanı” olarak tanımlıyorsunuz. Nereden?
Çünkü bence tek kurtuluş bu. Herkes böyle olmalı. Bu milliyetçilikler, çokulusluluklar insanları faşizme sürükler, bundan bir şey çıkmaz. Mesela ben üzülüyorum, Türkiye’de bazı insanlar başka ülkelerin gelip onları parçalayacağını düşünüyor. Belki haklıdır, Osmanlı’nın yıkılıp parçalanmasından da olabilir, tabii oradan gelen bir travma da var. Halklar taşındı, oradan geldi, orada her şeyini kaybetti. Burada bulmuş, bulamamış. Bunlar da sadece Türkler için değil tüm insanlar için bir travmadır. Türkiye’den Yunanistan’a gönderilen Rumlar için de durum aynı… Bunlar vahim şeyler aslında, yanlarına bırakmamak lazım: Yani birileri geleceği paramparça edecek, bizi istemeyecekler… Dünya insanı olacağız. Başka yolu yok.
Özellikle 68 kuşağı vurgusu, size Georg Büchner Ödülü’nü kazandıran ikinci romanınız “Haliç Köprüsü” ve son romanınız “Gölgelerle Sınırlanmış Bir Uzay”da ön plana çıkıyor. Ancak bu noktada 68 kuşağının ideallerinin havada asılı kaldığını söylemek mümkün. Bu ideallere hala ulaşılabileceğini düşünüyor musunuz?
Aslında tüm bunlar değişebilir. Temel sorunlar ortadan kaldırılırsa ve insanlar yeniden özgür düşünmeye başlarsa bu değişebilir. Şu anda çok zor tabii çünkü insanlar korku içinde yaşıyor. Orwell’in 1984’ü gibi, Türkiye’de de bir duygu, bir şeyler baskı yapıyor insanı. Korku çok güçlü bir duygudur. Kaygıdan kurtulmak çok zordur, ancak ortam değişirse önlenebilir. Aslında insanlar hassastır, bu yüzden imkanları olsa hemen değiştirirlerdi. Hep İspanyolları düşünüyorum. Aslında, alışılmış, neredeyse kıskanılacak insanlardır. Savaşta bütün dünya onların yanındaydı ve onlar yok edildi. İspanyol faşistleri tarafından yok edildiler. Diktatör Franco da ölmedi, 40 yıl başında dikildi. Korkuttu herkesi ve aileleri birbirinden ayırdı, kutuplaşma başladı. Ancak onun ölümünden sonra hızla iktidara gelen demokrasi için harekete geçti ve solcular kazandı. Demek ki onlar da hazır. Kaygıdan kurtulmak için sorgulamak gerekir. İnsanlar korkarken sebeplerini aramak ve bulmak için düşünmeye devam ederler. Diktatörlüklerde hep düşünmeye devam etmek, çünkü bu bir başkaldırı biçimidir. Güzeldir, vücut için yeterlidir. Başka çare yok çünkü…
İnsanlar sanatla neyi değiştirebilir?
Her şeyden önce kendini değiştirir, kendini değiştirdikçe bir başkasını değiştirir, bir obur diğerini değiştirir. Değişim güzeldir, değişim çok güzel bir şeydir…
Emine Sevgi Özdamar kimdir?
1946 doğumlu, İstanbul’da büyüdü. 1965 yılında 19 yaşında işçi olarak Berlin’e geldi. 1967’de İstanbul’a döndü ve konservatuardan mezun olduktan sonra profesyonel oyuncu olarak Almanya’ya döndü. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde edebiyat ve oyun yazarı Bertolt Brecht’in öğrencilerine yardım etti. Fransa’da tiyatro ve akademik çalışmalar da yaptı. Bazı filmlerde de rol aldı. Öykü ve romanları da Türkçeye çevrilmiştir. Bu çalışmaları için birçok ödül aldı. Halen Berlin’de yaşıyor.